“Niye başkalarının ilgisinin özlemini çekiyoruz; çünkü olduğumuz şeklimizle içimiz boş. Olduğumuz şeklimizle, biz YOKUZ. Olduğumuz şeklimizle, bir var oluş merkezimiz yok. Sadece gürültüyüz, kalabalığız, efendileri evde olmadığı veya uykuda olduğu için birbiriyle kavga eden bir ev dolusu uşağız. Başkalarının ilgisini arzuluyoruz çünkü böylece en azından bir sahte-merkez yaratabiliriz. Eğer gerçeği ortada değilse en azında bir sahte-merkeze güvenebiliriz. Bu, sana bir birliktelik görüntüsü verecek, seni bir kişi yapacaktır. Sen bir birey değilsindir; bireysellik, gerçekten merkezli bir varlık olmanın korkusudur, insan kim olduğunu bilir. Ama bir birey değildirsen, bir kişi olabilirsin, bir kişiliğe ulaşabilirsin. Ve kişilik için dilencilik yapılması gerekir. Bireysellik, senin en özdeki gelişmendir. O bir büyümedir; onu kimseden dilenmen gerekmez ve onu, kimse sana veremez. Bireysellik, senin açılmandır. Ama kişilik için dilenilebilir, onu sana insanlar verebilir -aslında, onu sana sadece başkaları verebilir.
Eğer bir ormanda yalnızsan, unutma ki bir kişiliğin olmayacaktır. Bireyselliğin olacaktır ama kişiliğin olmayacaktır. Eğer Himalayalar’da yalnızsan, kimsindir -biz aziz mi, yoksa bir günahkar mı? Seni taktir edecek veya küçümseyecek kimse yoktur, seni iyi ve kötü şekilde ünlü yapacak biri yoktur, kendinden başka kimse yoktur. Bütün bu yalnızlığın içinde kimsindir? Bir aziz mi yoksa bir günahkar mı? Çok ünlü bir kişi, bir VIP mi yoksa bir “hiç kimse” mi? Hiç biri değilsindir. Ne çok önemli bir kişi ne de bir “hiç kimse”sindir çünkü ikisi olmak için de diğerlerine ihtiyaç vardır. Senin kişiliğini yansıtabilmek için, diğerlerinin gözleri gereklidir. Sen ne şusundur, ne de bu. Olduğun gibisindir, bütün çıplaklığın ve gerçekliğinle.
Bu, bu kadar çok insanın toplumdan kaçmayı uygun görme sebeplerinden biridir. Aslında bu, toplumdan kaçmak için, topluma karşı bir hareket değil, kişilikten vazgeçmek için bir çabadır.
Buda, sarayını terk etti. O bir korkak değil, kaçacak biri de değil, o zaman sarayını neden terk etti? Rabindranath, bunun hakkında güzel bir şiir yazmıştır. Sarayını terk etti; on iki yıl boyunca ormanlarda dolaştı, alıştırma ve meditasyon yaptı. Sonra büyük sevinç günü geldi; o, aydınlandı. Doğal olarak ilk hatırladığı şey, iyi haberi sevdiği kadına, arkasında bıraktığı çocuğa ve hala döneceğini uman yaşlı babasına verebilmek için saraya dönmek oldu.
Bu, çok insancıldır, insanın yüreğine dokunur. On iki yıl sonra döndü. Babası, genelde babaların yaptığı gibi öfkelendi. Babası onun kim olduğunu, ne hale geldiğini, o kadar yüksek ve aşikar hale gelen bireyselliğini göremiyordu. Bütün dünya bunun farkına varıyordu ama babası duruma karşı kördü. Onu hala, artık orada olmayan sarayı terkettiği gün vazgeçtiği kişilik olarak düşünüyordu.
Aslında Buda, sadece kişiliğinden vazgeçmek için sarayı terk etmişti. Kendini, başkalarının düşündüğü şekilde değil, olduğu şekilde tanımak istemişti. Ama babası şimdi ona, on iki yıl öncesinin gözleriyle bakıyordu. Buda’ya, “Ben senin babanım, seni seviyorum, beni derinden kırmış ve yaralamış olsan da. Ben yaşlı bir adamım ve bu on iki yıl benim için işkence oldu. Sen benim tek oğlumsun ve geldiğini görmek için yaşamaya çalıştım. Şimdi geri döndün, imparatorluğu al, kral ol! Benim dinlenmeme izin ver, benim dinlenme zamanım geldi.. Bana karşı bir günah işledin ve beni neredeyse öldürüyordun ama ben seni affediyorum ve kapılarım açık” dedi.
Buda güldü. Babasına; “Efendim”, dedi. “Kiminle konuştuğunuzun biraz daha farkında olun. Sarayı terk eden adam artık yok; o, çok önce öldü. Ben başka birisiyim -bana bakın!” Ve babası daha da sinirlendi. “Beni kandırmak mı istiyorsun? Ben seni tanımıyor muyum? Seni, senin kendini tanıdığından daha iyi tanıyorum! Ben senin babanım, ben sana hayat verdim, senin damarlarında benim kanım dolaşıyor, ve ben seni tanımıyorum öyle mi?” dedi.
Buda, “Yine de, rica ediyorum efendim… Bana tabii ki hayat verdiniz, sizin vasıtanızla dünyaya geldim, bu doğru ama siz sadece bunun için araç oldunuz. Ve yalnızca bir insan, bir ata binerek geldi diye, atın o kişiyi tanıması gerekmez. Sizin bedeninizin kapılarından geçtim ama bu beni tanıdığınız anlamına gelmez. Aslında, on iki yıl evvel, ben bile kim olduğumu bilmiyordum. Şimdi biliyorum! Gözlerime bakın! Geçmişi unutun -şimdi ve burada olun!” dedi.
Ama babası bunu yapamıyordu. Öfke ve sevinç gözyaşlarıyla dolu ihtiyar gözleriyle, Buda’ya neler olduğunu göremiyordu. “Neler saçmalıyor? Kendisinin öldüğünü ve tekrar doğduğunu, tamamen değişik bir bireysellik haline geldiğini söylüyor. Artık bir kişilik değil, bireysellik olmak da ne demek?” diyordu.
“Kişilik” ve “bireysellik” eşanlamlı gibi görünmektedir. Hayatta ise eşanlamlı değildirler. Kişilik sahtedir, yapaydır, sadece görüntüdedir. Bireysellik senin gerçekliğindir.
Neden çok fazla insanın bizimle ilgilenmesini istiyoruz? Niye bunu arzuluyoruz? Kişilik yaratmak için. Ve etrafında ne kadar fazla kişilik yaratırsan, bireyselliğini tanıma şansın o kadar azalır.
Buda’nın karısı ona çok önemli bir soru sormuştu. Yaptığı şeyin ormanda değil de sarayda olmasının neden mümkün olmadığını sormuştur. Çok önemli bir soru bu.
Buda; “Evet” dedi. “Hakikat, orada olduğu kadar buradadır da. Ama burada benim için çok çok zor olurdu çünkü ben bir kişilik içinde kaybolmuşum -prens kişiliği, eş kişiliği, baba kişiliği, oğul kişiliği. Bu kişilik çok fazlaydı. Aslında sarayı hiç terk etmedim, ben kişiliğimi geride bırakıyordum ki bana kim olduğumu hatırlatan kimse olmasın ve kendi kendime “Ben kimim?” sorusuna veremiyordum. Kendimle karşılaşmak istedim. Başkalarının cevapları beni ilgilendirmiyordu”.
Ama herkes başkalarının cevapları ile ilgilidir. Biri sana “Çok güzelsin” dediğide ne kadar çok sevinirsin.
Kişilik göstermelik bir şeydir. Başkalarını kandırabilir ama seni kandıramaz, en azından uzun süre kandıramaz.
Ve bireyselliğin tadını çıkarabildiğin gün, özgür –başkalarına bağımlı olmaktan özgür- olursun. Eğer ilgilerini istersen, bunun bedelini ödemen gerekir. Bu esarettir. İnsanların sana karşı ilgili olmalarını ne kadar çok istersen, o kara bir nesne, alınıp satılabilen bir mal haline gelirsin.
Göz önündeki tüm kişilerin -siyasetçilerin, şov dünyasında çalışanların -başına bu gelir. Bu tanıklık çeşitlerinden biridir, tanık olunmak istersin. Bu, sana saygınlık verir ve saygınlık yaratmak için bir karakter ve ahlak değeri yaratman gerekir. Ama bu karakter ve ahlak değeri sadece ikiyüzlülüktür. Onu bir amaçla yaratırsın, böylece diğerleri sana doğru çekilebilirler.
Eğer saygınlık istiyorsan, uyumlu olman gerekir, topluma ve onun taleplerine itaatkar olmalısındır. Yanlış değerlere uygun olarak yaşaman gerekir çünkü toplum, uyumakta olan kişilereden oluşmaktadır -onların değerleri, doğru değerler olamaz. Evet ama bir şey vardır: bir aziz haline gelebilirsin. Senin binlerce azizin böyle oluşmuştur. Saygınlık sunağında her şeyi kurban etmişlerdir. Kendilerine işkence etmişler, intihar etmiş gibi olmuşlardır ama bir tek şey kazanmışlardır. Aziz haline gelmişlerdir, insanlar onlara tapar.
Eğer bu tür bir tapınma, saygınlık, azizlik istiyorsan, gitgide daha sahte, daha yapay, daha plastik hale gelmen gerekir. Asla gerçek bir gül olmayacaksındır. Ve bu, hayatta insanın başına gelebilecek en büyük musibettir: gerçek bir gül yerine, plastik bir gül haline gelmek.
Oysa ikinci tür bir durum vardır ve bunun tam zıttıdır. Başkalarının ilgisine özlem duymazsın; aksine, sen kendine ilgi göstermeye başlarsın. Kendi varlığına tanık haline gelirsin. Düşüncelerini, arzularını, güdülerini, açgözlülüklerini ve kıskançlıklarını seyretmeye başlarsın. İçinde yeni bir tür farkındalık yaratırsın. Bir merkez haline gelirsin, tüm olan biteni seyreden bir merkez olursun. Sinirlendiğinde, bunu seyredersin. Sadece sinirli değilsindir, araya yeni bir element girmiştir: onu seyretmektesindir. Ve mucize şudur ki, eğer öfkeyi seyredersen, öfke bastırmadan geçer.
İlk bahsettiğim türdeki, toplumun ve başkalarının ilgisini bekleyen türdeki bir aziz öfkesini bastırması gerekir. Cinselliğini bastırması gerekir, aç gözlülüğünü bastırması gerekir, bu şekilde bunları bilinçaltının derinlerine iter. Senin bodrumunun bir parçası olur ve hayatını oradan etkilemeye devam eder. İltihapla dolu bir yara gibidir ama sen onun üstünü kapatmışsındır. Sadece yaranın üstünü örtmek, seni sağlıklı hale getiremez, yara iyileşmez. Senin azizlerin kokuşmuştur, bütün bu bastırmalar nedeniyle kokuşmuştur.
İkinci tür tanıklık durumunda ise, tamamen farklı bir insan vardır. Bilge bir insan yaratır bu tür bir farkındalık hali. Bilge insan, kim olduğunu bilen kişidir ama başkalarına göre değil. Başkalarının değerlerine göre değil, kendi doğasına uygun bir yaşam sürdüren kişidir. Kendi görüşü ve bunu yaşamak için cesareti vardır.
Bilge bir insan asidir. Aziz itaatkardır, akılcıdır, gelenekseldir, kurallara uyar. Bilge kişi ise kurallara uymaz, geleneksel değildir, asidir. Başkaldırı, onun varlığının tadıdır. Başkalarına bağımlı değildir. Özünün ne olduğunu bilir, özgürlüğün sevinçlerini tatmıştır. Azizi büyük bir kalabalık takip eder. Bilge, sadece onu anlayabilecek, seçilmiş kişilerledir. Bilge, kitleler tarafından hor görülecek, hatta belki öldürülecektir. İsa çarmıha gerilmiştir, papa ise bir azizdir.
Azizin karakteri, bilgenin ise bilinci vardır. Ve aralarında muazzam bir fark vardır. Yer gök kadar farklıdırlar. Karakter, uzaklardaki amaçlar için gereklidir -bu dünyada saygınlık kazanmak ve gitgide daha çok cennet zevkleri tatmak için. Bilincin geleceği yoktur, amacı yoktur, kendi kendine sevinçlidir. Bir sonuca varmak için bir yol değildir, kendine varan bir yoldur.
Bir azizle birlikte olmak, bir taklitçi ile birlikte olmak demektir. Bir bilge ile birlikte olmak ise bir usta ile birlikte olmaktır.”
– Osho
*Makalelerden ve verdiğim eğitimlerden haberdar olmak için sağ taraftaki “Blog’u Takip Et” kutusuna email adresinizi bırakabilirsiniz.