Başımı kaldırdım, gökyüzü elektrik mavisiydi. Kristal serinliğinde bir meltem sonbaharın ve denizin mis kokusunu taşıyordu sokağa.
Güneş batıyordu…
Antoni Gaudí i Cornet tarafından tasarlanmış o meşhur evlerden biri olan Casa Batlló’nun önünden geçiyordum. Bu ev St. George’un yani Katalanya’nın kutsal ermişinin bir dragonla savaştığı efsaneyi temsil ediyor.
Güneye doğru yürümeye devam ediyorum. Plaza de Cataluña’dan geçip Puerta del Ángel’a doğru ilerlerken arkamda gölge gibi birisinin beni izlendiğini hissediyorum. Onu farkettiğimi belli etmeden yoluma devam ediyorum.
İçimi bir ürperti kaplıyor.
Kim olduğunu ve beni neden takip ettiğini anlayamıyorum. Bir gümüşçü dükkanın önünden geçerken, camekandan gözümü parlak bişi alıyor. Bir an gözlerim kamaşıyor, durup bir soluk alıyorum.
Camekan güneşin kızıllığına boyanmış…
Gözüme yansıyan şey bir çeşit gümüş broş. Kocaman kanatları olan gümüş bir melek.
Bu broşu daha önce gördüğüme eminim. Ama nerede? Sanırım bu broş beni takip edene ait, o halde bana çok yaklaşmış olmalı.
Kalabalığa doğru ilerlemeliyim. Daha güvenli.
Adını bilmediğim bir parka geldiğimde kulağıma Beethoven’ın sol majör piyano sonatı geliyor. Normal bir durum değil, çünkü bu versiyon Daniel Barenboim versiyonu; o tatlı, kibar, kendine has melodik yaklaşımı…benzersiz…kulaklarım beynim tüm bedenim birden milyonlarca minik parlak yıldız yağmuruna uğramış gibi ışıl ışıl oluyor sanki…anlatması pek kolay değil bu hissiyatı. Evet normal olmayan şey Barcelona’da bu piyano sonatının ne alakası var, ayrıca ben, ben…hmmm…
Bulutlar…Mavi gökyüzü…Pencere…Uçak penceresi…
Hmmm… Bir an kendimden geçmişim, Carlos Ruiz Zafron’un Angel’s Game kitabı kucağımda, kulağımda Daniel Barenboim’dan piyano sonatları…
Bangkok Suvarnabhumi Havaalanı’na inmemize bir saat kadar az bir süre kalmış. Uçak İstanbul’dan kalkalı 10 saat olacak ancak nasıl geçtiğini pek anlamadım. Zira daha ziyade tatlı piyano vuruşları eşliğinde Barselona sokaklarında geziyordum.
Bangkok’a bu ikinci gelişim. Pek değiştiğini tahmin etmiyorum.
Işıl ışıl bir havalimanı.
Rengarek Tayland halkı, Japonları kendilerine örnek aldıklarını görmek zor değil. Görünüşte tabi.
Tayland halkı çok güleryüzlü bir halk. Geleneklerinde mutlu olmak eğlenmek anlamına gelen “Sanuk” var, herşeyden önce. Maksat bu fani hayata keyifli yönden bakmak, neşeli olmak. Ki bunu da yapabiliyorlar gerçekten.
Tayland halkının yaşamayı sevdiği o kadar belli ki…En fakirleri bile ağaç köklerini kullanarak yaratıcılıklarını konuşturuyorlar. Bahçeler ve balkonlar, orkideler, saksı çiçekleri, meyva ağaçları ile süslenmiş ve bakımlı. Kreativiteleri oldukça ilham verici. Yoktan var ediyorlarlar bu güzellikleri.
Diğer önemli bir konu da yemek. Taylandlılar yemeye bayılıyorlar. Yemek başlı başına bir kültür. Sırf kendileri ve arkadaşları haftada birkaç kez gelecekler diye koskocaman restoran açanlar var. Hemen her kadının evinin önünde bir tezgahı ve sattığı yemekleri var. Mangallar heryerde cayır cayır… Kokular enfes.
Henüz Tayland’ın hangi bölgesini ziyaret edeceğime karar vermedim.
İç hatlara gidip ilk kalkan uçak nereye gidiyor bir göz atıp öyle karar vereceğim.
Dış hatlardan iç hatlara geçmek çok kolay bu havaalanında. Çok keyifli bir havalimanı, insan kolayca etrafa dalıp vakit geçirebilir. Düyanın envai çeşit yerinden turistler geliyor bu ülkeye. Etraf rengarenk.
Seferlerin yer aldığı ekranda bir saat içinde Chiang Mai’a bir uçak kalkıyor. O halde Chiang Mai’e gidiliyor, rotamı Kuzey Tayland’a çeviriyorum. Yaklaşık üç hafta Kuzey Tayland’da gezeceğim.
Chiang Mai hakkında çok güzel yorumlar duydum arkadaşlarımdan. Bangkok’dan sonra ikinci büyük şehir ancak Bangkok kadar kalabalık ve kaotik değil. Etrafı tepelerle çevrili olduğundan Bangkok’a nazaran çok daha taze ve serin bir havaya sahip.
Bu renkli ve keyifli şehri tecrübe etmek için sabırsızlanıyorum. Artık ben de, o klasik soru olan “Chiang Mai’a gitmedin mi daha?” diye soranlara olumlu yanıt verebileceğim.
Bangkok’un 700km kuzeybatısında yer alan bu sevimli şehirde tam 300, evet neredeyse Bangkok’taki kadar çok tapınak var. Güneşte parlayan altın yaldızlı, tapınaklar… Chaing Mai, 1296’da kurulan Lanna Krallığı’nın başkenti olduğundan tapınak stili koyu ahşap ve keskin hatlarıyla oldukça kendine has ve görkemli bir görüntü sergiliyor.
Bangkok’un kalabalığından ve güney plajlarının yoğunluğundan kaçan, Budizm öğrenmek isteyen, çevredeki fil kamplarında doğa ile başbaşa kalmak isteyen, tepe kabilelerini gezmek isteyen ve otantik Tayland tecrübesi yaşamak isteyen hippilerin bir sığınağı olarak ünlenen Chiang Mai’ın otantikliği günümüzde artık bir tartışma konusu.
Tabi hala kendinize has bir Chiang Mai tecrübesi yaşama şansınız var, herşey olaya nerden baktığınıza bağlı.
Şehri gezmeye 13. yüzyılda inşa edilen, en eski tapınak Wat Chiang Man ile başlayabilirsiniz. Daha sonra güneybatıya doğru devam edip, Lanna stili dev bir stupa’ya (Budist mabedi) ev sahipliği yapan Wat Chedi Luang’ı ziyaret edebilirsiniz. Buradan daha ileriye, güneydoğuya doğru antik şehir surlarını geçerek yaklaşık 1km devam ederseniz de Suriwong Book Center içersindeki Wawee Coffee’de soluklanabilirsiniz.
Tapınakların da yer aldığı şehrin antik bölgesi kare şeklinde ve etrafı kanallarla çevrili. Tapınakların arasında, minik oteller, restoranlar, bahçeli evler, el yapımı eşyalar satan dükkanlar… Tam anlamıyla görsel bir şölen.
Nimanhaemin Caddesi etrafı ise şehrin modern yüzünü simgeliyor. BMW’lar, Art Deco evler, mor saçlı ve hızmalı genç Taylandlı sanatçılara ait güncel sanat galerileri, Namhaemin Caddesi etrafında yer alıyor.
Son yıllarda ülkenin ünlü sanatçıları Bangkok’u Chiang Mai’a tercih etmeye başlamışlar. 2006 yılında Venedik Bienali’nde cesetler üzerinde şiir okuyan Araya Rasdjarmrearnsook’da bu şehre irtica edenler arasında. Bir diğer ünlü ise Navin Rawanchaikul. Sanatçının tuk-tuk ve taksilerin içinde yaptığı çizgi film tarzı mural çalışmaları New York’da P.S 1 Contemporary Art Center’da sergilenmiş.
Yeni yeni gelişen sanatçıları görmek için 190 Charoen Raj Caddesin’deki La Luna Gallery gezilebilir (www.lalunagallery.com).
Nimanhaemin Caddesi’nden biraz uzaklaşınca da meditasyon yapan kafası traşlı Budist rahipleri ve muzlu pancake yiyen gezginlerin yer aldığı şehrin antik bölgesini görebilirsiniz.
Chiang Mai gece pazarı ile de ün salmış durumda. Rengarenk ve ışıl ışıl bu pazarda envai çeşit eşya bulmak mümkün. Hem alışveriş hem de leziz yemek standları pazarın en önemli iki özelliği.
Pazardaki yemek standları sizi tatmin etmediyse geç bir akşam yemeği için şehrin “in” mekanı olan Dalaabaa’ya gidebilirsiniz (113 Bumrungraj Road www.dalaabaa.com). Bir bungalowdan oluşan restoranda, egzantrik mobilyalar, parlatılmış ahşap dekorasyon ve tonlarca cam göreceksiniz.
Gezmekten yorulduğunuzda kendinize bir Tay masajı mükafatı vermelisiniz. Charoenprathet Caddesinde yer alan Ban Sabai Town’u tavsiye edebilirim. Bu spa’da aromaterapi de dahil bir çok seçenek bulmak mümkün.
Chiang Mai’deki yüzlerce konaklama mekanından size birkaç tane öne çıkan oteli önerebilirim.
– Mandarin Oriental Dhara Dhevi, antik Tayland kasabasından esinlenerek yapılmış bu resortta odalar 10.900 Baht’dan başlıyor. Altı odalı ve üç özel havuzlu kral dairesi ise 280.000 Baht (51/4 Sankampaeng Caddesi; Tel: 66-53-888-888, http://www.mandarinoriental.com/chiangmai).
– Diğer alternatif ise bir butik otel olan Rachamankha bir şapeli andırıyor. Odalar 7.000 Baht civarı (6 Rachamankha 9; 66-53-904-111, www.rachamankha.com).
– Şehrin antik kısmında yer alan dusitD2 ise minimalist tasarımı ile öne çıkıyor ve oda ücreti 4.000 Baht’dan başlıyor. (100 Chang Klan Caddesi; 66-53-999-999, www.dusit.com).
– Şehirdeki aktiviteleri takip etmek içinse www.chiangmainews.com adresini ziyaret edebilirsiniz.
Şehir içindeki aktiviteleri tamamladıysanız artık biraz da off-road yapmaya hazırsınız demektir.
Chiang Mai’ı çevreleyen Doi Suthep Dağı (1.676m) bölgenin en yüksek tepesi, oksijen kaynağı ve aynı zamanda bir doğal park. Sabah erkenden kalkıp Doi Suthep’de trekking yapmanız olmazsa olmazlar arasında. Dağın eteğindeki Wat Phrathat Doi Suthep Budist tapınağını ve içindeki altın kaplama statüyü görmeyi de ihmal etmemenizi öneririm.
Burdan sonra yola bir motor kiralayıp devam ediyorum. Daha kuzeye Burma ve Laos sınırına, Mekong Nehri’ne doğru rota ciziyorum… Oraların hikayesi de artık başka bir yazının konusu.
Gülenay Pema Antep
Mayıs 2010