İtalya’nın kuzeybatı kıyılarında, teraslanmış yeşil tepeler üzerinde, rüzgarlı bir kaya kenarına yaslanmış Ligurya Bölgesi’nin manzarası eşliğinde güneşin ve sessizliğin tadını çıkarıyorum. Bahar öncesi, turistler henüz doluşmadan gelmiş olmanın keyfiyle, Cinque Terre’nin bana özel anlarını yaşıyorum.
Floransa’dan kalkan trenim La Spezia tren istasyonu üzerinden beni Monterosso’ya getiriyor. Cinque Terre İtalyanca’da beş topraklar anlamına geliyor. Akdeniz kıyıları boyunca uzanan beş balıkçı kasabasına trenle ulaşmak en keyiflisi. Ben Monterosso’ya kadar trenle gelip, köyler arasında, kıyı boyunca trekking yaparak arada da gece konaklayarak Cinque Terre’nin keyfini çıkarıyorum.
Bir kayanın üzerine iyice yerleşip huzurlu ve bir o kadar da renkli Akdeniz atmosferini içime çekerken yaşlı bir adam kafasını kaldırıp şöyle bir bakıyor ve diyor ki: “il dolce far niente” yani “hiçbir şey yapmamanın tatlılığı”…
Cinque Terre’nin mottosu…
Rengarenk evleriyle kayalara yaslanmış, koylar arasında gizlenmiş bu beş balıkçı kasabası Orta Çağ’dan beri burada.
Kaya üzerindeki keyfimi aşağıdaki forno dan gelen enfes panini kokuları sonlandırıyor. Dar labirent ve tünellerden geçerek kokunun geldiği yere ulaşıyorum.
Hava hafif puslu, biraz üzgün, biraz da çiseliyor. Panini alıp balıkçı teknelerinin kenarına konuşlanıyorum.
Bir gün daha biterken elimdeki kitabın dizeleri bu buğulu atmosferin anlamına anlam katıyor:
“Varlığınının gerçek nedenini unutmuştu. Neydi peki varlığının gerçek nedeni, unuttuğu? Unuttuğu mutluluk yaratmaktı, önce kendi içinde ve sonra çevresinde. Varlık nedeni mutlu olmaktı.
Varlık nedenini unuttuğu için hayatta sık sık kafası karıştı, kaos içine kaldı. Her çabası, içinde bulunduğu kaosu arttırmaktan başka işe yaramadı.
Yaşam boyu ne isteyip durdu? Mutluluğu bulmayı. Bu gerçek bir zeka gerektiriyordu, tüm tecrübelerinin birikimini; bu Gerçek’in ta kendisiydi, sonsuz Gerçek’in. Hiçbir sisin arkasında kalmayan, hiçbir üzüntünün azaltamayacağı. Aslında herkesin istediğinden farklı bir isteği de yoktu”.
Ben de böyle bir mutluluk arzuladım, hep. İnsanlar gördüm, sırtında ağır yüküyle, büyük işler başaran, bilgisini arttıran, spiritüel olmak için uğraşan… Ama önemli bir ayrıntıyı atlıyorlardı, mutluluğu.
Mutluluk, zihne ve kalbe besin verir. Sağlıksız insan mutsuz demek, ben de tecrübe ettim bunu. O halde mutluluğu bulamayan Gerçek’i de bulamayacak, yaşamında tatmin olmayacak, bu kaoslardan ibaret dünyada huzur içinde yaşayamayacak.
Paninim bitti…
Gökte Orion belirdi. Avcı Orion. Denizlerin tanrısı Poseidon ve Artemis’in aşk çocuğu Orion. Apollo’nun akrep göndererek öldürdüğü Orion. Hep hatırlanmak için bedeni göklere kazınan Orion.
Kendime bir hedef koydum. Hedefim: mutlu olmak. Ancak bu hedefin diğer hedeflerden farkı geleceğe dönük olmayacağı, zaman ve mekandan özgün olacağı. Gün be gün, an be an olacağı. Evet hedefim zor. Gün be gün, an be an mutlu olacağım ve yaşamım Mutluluk Krallığı’nda uçuşan kıvılcımlar gibi özgür olacak. Çok mu hayali geldi? Olabilir, bu benim hayalim ne de olsa. Benim gibi hayalciler arasında şunlar da var:
Napoleon Hill :
“Hayellerinizi ve duygularınızı kalbinize yakın tutun, çünkü onlar ruhunuzun çocukları, başarılarınızın bir planıdır”
Chuang-tzu:
“Bir adam olarak bir kelebek olduğumu mu hayal ediyorum, yoksa şimdi bir kelebeğim de bir adam olduğumu mu hayal ediyorum”.
Kahlil Gibran:
“Hayalsiz ve hevessiz efendilerin arasında olmaktansa alçakgönüllüler arasındaki hayalperest olmayı tercih ederim”.
Mutluluğumu yaratacağım, adına da Kreatif Mutluluk koyuyorum şimdi. Hepimiz içgüdüsel olarak mutlu olma, kreatif olma ve zamanın ötesindeki bir şeyle etkileşimde olma kapasitesine sahibiz. Kreatif Mutluluk yanlızca seçilmiş kişilere bahşedilmedi. Peki neden çoğunluk mutsuz, ya da mutsuz olduğunu itiraf edemiyor? Neden bazıları içlerinde bu güçlü bağla yaşayabilip, zorluklar karşısında yıkılmadan durabiliyor da, diğerleri neden yıkılıyor?
Hiçbir kitabın veya insanın öğretemeyeceği mutluluğa bazıları kapılarını açık tutarken bazıları kapatıyor. Neden? Çok net aslında. Zihin birtakım işlerle kendini meşgul ediyor, derin ve geniş konularla ilgilenmemek için. Öyle olduğunda sözde güvenli bir alanda kalıyor çünkü.
Bu yazıda sizi mutlu edecek hiçbir şey yazmayacağım. Mutluluk içten gelir çünkü, dışardan değil. Ha, okuduklarınızı ben değil de siz yaşıyormuşcasına okursanız, işte orasına ben karışamam, mutluluk herkesin içinde bir yerde…
Cinque Terre’ye bu yağmurlu baharda yolum düştü. Tam da zamanıymış; üzüm bağlarının, limon bahçelerinin, Akdeniz’in ve ıslak patikalı yollarda tek başıma olmanın şansıyla, manzarayla bir olabilmenin anlatılamaz hazzını yaşıyorum.
Kulağımda Bach’ın 1 numaralı Do Minor konçertosu… Bir dahi diğerini nasıl anlatmış, müziği anlatmak herkese nasip olmaz. Mutluysan, müziği yapanla bir olmuşsan bir de şairsen, işte o zaman müziği bile anlatırsın. Bunun üstüne keyfe diyecek yok…
“Güz sabahı üzüm bağında
Sıra sıra büklüm büklüm
Kütüklerin tekrarı.
Kütüklerde salkımların,
Salkımlarda tanelerin,
Tanelerde aydınlığın.
Geceleyin çok büyük çok beyaz evde,
Herbirinde ayrı ışık,
Pencerelerin tekrarı.
Yağan bütün yağmurların tekrarı
Toprağa, ağaca, denize,
Elime, yüzüme, gözüme
Ve camda ezilen damlalar.
Günlerimin tekrarı
Birbirine benzeyen,
Benzemeyen günlerimin.
Örülen örgüdeki tekrar,
Yıldızlı gökyüzündeki tekrar
Ve bütün dillerde ‘seviyorum’un tekrarı
Ve yapraklarda ağacın tekrarı.
Ve her ölüm döşeğinde acısı tez biten yaşamanın
…
Çocuklar koşuyor avluda.
Avluda koşuyor çocuklar.
İhtiyar bir kadın geçiyor sokaktan.
Sokaktan ihtiyar bir kadın geçiyor.
Geçiyor sokaktan ihtiyar bir kadın.
Geceleyin çok büyük, çok beyaz evde
Herbirinde ayrı ışık,
Pencerelerin tekrarı.
Salkımlarda tanelerin,
Tanelerde aydınlığın.
Yürümek iyiye, haklıya, doğruya
Dövüşmek yolunda iyinin, haklının, doğrunun
Zaptetmek iyiyi, haklıyı, doğruyu.
…
Güz sabahı üzüm bağında
Sıra sıra, büklüm büklüm
Kütüklerin tekrarı.
Kütüklerde salkımların,
Salkımlarda tanelerin,
Tanelerde aydınlığın,
Aydınlıkta yüreğimin.
Tekrardaki mucize gülüm,
Tekrarın tekrarsızlığı! Nazım Hikmet
Diyeceksiniz ki şimdi bu şiirde tekrar var. Var tabi, ama tekrar değil o. Hayat an be an yaşadığında olan şey o. 1. numaralı konçertonun notalarının tekrarı değil o; notanın var olduğu an, yine var olduğu an ve yine var olduğu an, o. Hissin var olduğu an, yine var olduğu an ve yine…Tekrar değil bu, tekrar uyarıyorum.
Yaşadığın anın kalitesi, o an, bitti gitti. Zaman ve uzay ötesi, hiçliğin ta kendisi. Hiçlik dedim de bir ürperti, korkma hissi gelmesin sakın, hiçliğin içindeki berrak damla tanesinden bahsediyorum ben, kasvet değil bahsettiğim. O damlanın kalitesi, özü, berraklıktır. Damladı gitti. Nereye gittiğinin, nereden geldiğinin önemi yok. Damlayken önemi vardı, şimdi bitti. Şimdi ne var? Sessizlik var, “stillness” daha iyi ifade edecek demeye çalıştığımı.
Daha doğru bir yerde olamazdım Il dolce far niente!
Birkez daha Cinque Terre’de güneş batmak üzere, kayıklar kıyıya çekildi. Genç kediler cirit atıyor, yaşlıları ise fırın dibinde mır mır. Bevare of the Cat! işareti var, köpeklere göre değil bu boş topraklar. Binlerce çatısıyla Kedi Cirit Cenneti…
Karamel kokusu geliyor burnuma, en yoğun geldiği yere konuşlanıveriyorum yine. Elimde bir kalem, 3 kitap, 1 defter, 1 makina. Kitabın birindekileri en yukarıda yazdım, ikincisindekiler Nazım’dandı, onu da yazdım. Diğerindeki de Nazım’ın sıkı dostu, buralardan çok uzak diyarlarda doğmuş olsa da, kalben buralı birisinin kaleminden.
Sandalyemin gıcırtısı, tatlı tatlı esen nemli rüzgar, bir camdan düşen keman tınısı ve şairin dizeleri:
“Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Şöyle diyebilirim : ‘Gece yıldızlardaydı
Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler
Gökte gece yelinin söylediği türküler
Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler
Bu gece gibi miydi kucağıma aldığım
Öptüm onu öptüm de üstümde sonsuz gökler”… Pablo Neruda
Gülenay Pema
Hillsider Dergisi
2004, Floransa, İtalya.