Kastelorizo, Castelorizon, Meğisti, Meis … ne isim verirseniz verin, ıssız ve büyülü bir “ghosts town” gerçeğini değiştiremezsiniz bu adada. Belki de bu yüzden bu adların hiçbiri uymuyor ona. İsimsiz bir ada bu. Hiçbir kelime tanımlamaya yetmiyor. Yaşananlar satır satır şiirlerle ve notalarla anlatılabilir belki.
Teknem ağır ağır adaya yaklaşırken, tepedeki iki asker, meraklı ve şüpheli gözlerle bizi süzüyorlar. İskeleye doğru geldiğimizde adanın gizemlerine doğru bir yolculuk da başlamış oluyor. Kimse yok, sokaklarda, evlerde. Sandalyeler, banklar boş. Herkes nereye gitmiş olabilir? Oysa yarısı yıkık, yarısı yeni onlarca ev var.
Ana koyun etrafında ağır adımlarla yürüyorum. Adeta hiç ayak izi görmemiş, kireç boyalı beyaz basamaklarına ayak uçlarımla basıyorum. Herhalde Mediterraneo filminde olduğu gibi tüm kasaba beyaz bir perdenin arkasında beliriverecek.
Adanın birbirinden güzel manzaralı evlerinin, bahçelerinin arasından geçiyorum. Bahçelerde oturuyorum, hamaklara uzanıyorum. Kayalıkların aşağısında Akdeniz, dalgalar sessiz sessiz iştirak ediyorlar bu sükunete. Kiliseleri terk edilmiş gibi. Ama bir yaşanmışlık hissi de hakim.
Kediler ikindi uykularına hazırlanırken, ben de yarı uyur yarı uyanık aşağıdaki kayalara nazikçe vuran dalgaların eşliğinde David Gilmour’u dinliyorum. On an Island albümünü bu adadan esinlenerek yapmış. Ne isabetli bir esinlenme.
İlk şarkı giriyor, uzaklardan süzülerek; “Castellorizon”, 3 dakika 54 saniyelik bir uvertür… sükunete o kadar yakışıyor ki sanki biri olmazsa diğeri de olmayacak. Sükuneti utandıran varlığıyla Gilmour’un solosu ağaç dallarından süzülerek geliyor bahçeye. Castellorizon burası işte, varlığının yeniden tanımlanmış haliyle. Sonra, hülyalı “On an Island” giriyor;
Remember that night, white stairs in the moonlight
They walked here too, through empty playground, this ghosts town
Children again on rusty swings getting higher
Sharing a dream on an island it felt right
We lay side by side between the moon and the tide
Mapping the stars for awhile
Let the night surround you
We’re halfway to the stars
Ebb and flow, let it go
Feel the warmth beside you
Remember that night, the warmth and the laughter
Candles burn though the church was deserted
At dawn we went down through empty streets to the harbor
Dreamers may leave but they’re here everafter
Let the night surround you
We’re halfway to the stars
Ebb and flow, let it go
Feel the warmth beside you
Neredeyse omuzlarınızda güneşi, ayaklarınızda da kumu hissettiniz değil mi?
İkindi kestirmesinden sonra adanın diğer tarafına iniyorum. Meditterraneo’daki askerlerin adaya ilk ayak bastıkları koya.
Deniz maviliğini cömertçe sunuyor. Gidecek hiçbir yer, yapacak hiçbir şey yok. Burası, an bu an. Rüzgarsa yanlızca rüzgar, yüzüme üfleyip geçen, kulaklarımda uğultusu duyulan. Şu an yanlızca rüzgar var, başka bişi yok. Ben yok, benim yok. Zaman yok, kavramsallıkta. Dışarda yüzüme değen rüzgar var, içerdeyse nefesin rüzgarı. Geriye bir şey kalmadı. “Bliss” dedikleri bu olsa gerek.
Gökyüzü, günü bitirmekte olan güneş, birazdan daha belirgin olacak venüs ve planktonlar… Şuradaki zeytin ağacının altı sıradaki “The Blue”yu dinlemek için uygun. Yanlızca Gilmour’u değil, arkada Wright’ı, piyanoda Gilmour’un eşini duyuyorum. Yanlızlık paylaşılıyor, bozulmadan, müziğin efsaneleşmesine şahit olunurken. Müzik kelimelerin anlatamadıklarını anlatırken, müzik doğaya en yakın olabileceğimiz anları tanımlarken.
Shameless Sea
Aimlessly so blue
Midnight moon shines for you
Still marooned
Silence drifting through
Nowhere to choose
Just blue
Ceaselessly
Star-crossed you and me
Save our souls
We’ll be forever blue
Waves roll
Lift us in blue
Drift us
Seep right through
Color us blue
Wait for me
Shameless you the Sea
Soon the blue
So soon
Soon the Blue
So soon
“The Blue”yu dinliyorum, kalp atışlarımı, nefes alıp verişimi… Başka ne var ki daha gerçek? Nefes kadar gerçek ve kontrolümüz dışında ve bir o kadar da mutlak bağlılığımız olan. Nefes, içsel derinlere giden köprü. Nefes kadar önemli ne var ki? Kavramsal önemi değil, yaşamsal önemi de değil bahsettiğim. Bir araç nefes, bizi bilinçaltının derinlerine götürebilecek. Nefesinizi izleyip, kontol etmeden, olduğu gibi takip ettiğinizde size anlatacağı ne kadar da çok şeyi olduğunu görürsünüz. Yakından dinleyin, içsel bir sûkûnetle, tam bir sessizlikle dinleyin. Siz dinlemeye başladığınızda o da sırlarını vermeye başlar. Siz kendi sırlarınızı dinlerken, yakındaki bir dala konan anne kuşun yavrularına nasıl da sabırla melodisini öğrettiğini fark edeceksiniz. Ha, bu nefesin size verdiği sırlardan biri değil, daha ziyade bir yan etki. Dikkatinizi, konsantrasyonunuzu topladığınızda etrafta olan bitenler, sesler, renkler, kokular, tatlar, hisler bıçak gibi keskinleşir. Burada “Take a Breath” giriyor. Gitarın haykırarak anlattıkları, çellonun kendine haslığı ve asilliği, davulun azmi ve basın kararlılığı… Mükemmel uyum…
Tekrar dengeyi bulmak için, yaralara merhem sürercesine, gitarı kıskandırırcasına bir saksofon solo girişi yapıyor Gilmour. Gecenin sessizliğinde battaniye gibi üzerime örtüyorum “Red Sky at Night”ı.
Zeytin’in yapraklarının hışırtısına uyanıyorum. Ay batıyor, planktonları yakalamak için kendimi ışıltılı, perili sulara bırakıyorum. Şimdi yanlızca deniz var, denizin suyu var tenime değen, hissettiğim. Deniz ve yanlızca deniz var, ben alıp başını gitti şu an. Şu ana eşlik eden yanlızca “This Heaven”. Ağır adımlarla ilerleyen bas ve davul ve biraz da blues…
Belli ki adanın bu kısmına pek ihtiyaç duymuyor kimse, kuşlar ve keçiler hariç. Güneş denizin ardındaki tepelerden doğarken, ilk ışıklarını denize ve benim gibi uyumayanların üzerine yayarken, “Then I Close My Eyes” hafif hafif tesir ediyor. Derinden, usulca süzülen kornet, denizin üzerindeki güneşe dokunuyor.
Kahvaltı için iskele tarafına gidiyorum. Yaşlı bir amca Türk olduğumu duyunca tüm içtenliğiyle adamıza hoş geldiniz diyor Türkçe. İngilizce bilmiyor, ben de Yunanca bilmiyorum ama neyse ki İtalyanca biliyor. Adalı birini, hem de böyle keyifli birini görmek, adanın tılsımına beni daha da inandırıyor.
Tipik bir Akdeniz kıyı restoranına oturuyorum. Restoran sahibine zeytin, peynir ve domates ısmarladıktan sonra, karşı kıyıyı ve tepeleri seyre dalıyorum. Adanın tüm sakinleri bu kadar olsa gerek; 10 kişi, sezon dışında tabi. Tatlı bir ninni gibi “Smile” kahvaltı sırasında beni hem uzaklara götürüyor, hem de rüyadan rüyaya.
Dar sokaklar, küçük ahşap balkonlar, düşmek üzere olan panjurlar… Şehvetle gülümseyen, Akdeniz mavisi evlerle, yaşlı, kederli, görmüş geçirmiş emektar evler omuz omuza. Şımarık bugonvillerin altındaki banka oturuyorum, tekne birazdan beni alacak. Nereden başlıyoruz?
Where we start is where we end
We step out sweetly, nothing planned
Along by the river we feed bread to the swans
And then over the footbridge to the woods beyond
We walk ourselves weary, you and I
There´s just this moment
I light a campfire away from the path
We lie in the bluebells, a woodpecker laughs
Time passes slowly our hearts entwined
All of the dark times left behind
The day is done
The sun sinks low
We fold up the blanket, it´s time to go
We walk ourselves weary, arm in arm
Back through the twilight
Home again
We waltz in the moonlight and the embers glow
So much behind us
Still far to go
Gülenay Pema Antep – Mayıs 2007