Yıllardır Hindistan’da yaşadıktan sonra öğrendiklerimi, gezdiğim yerleri bir rehber kitapta topladık.
Rehber Türkiye’de bir ilk olma özelliği de taşıyor çünkü yaklaşık 500 sayfalık, 22 eyaleti kapsayan tek Türkçe rehber.
Buradan rehbere de yazdığım ufak ama bende iz bırakan gezginden notları paylaşıyorum.
Satın almak isterseniz tıklayın.
Delhi - Gezginden Notlar
Güneş henüz doğmadan Delhi’ye indiğimde, karanlıkta tek başıma bir taksiye binmektense içinde tek kadının ben olduğum, tıklım tıklım bir otobüstle, kapısı açık merdiven üstünde ayakta seyahat etmeyi daha uygun buldum.
Yorucuydu ama, yavaş yavaş aydınlanan sokaklarda uyanan insanları, uyanan Delhi’yi sindire sindire görmek unutulmazdı.
Paharganj’da konaklamaya karar verdiğim için tren istasyonu önünde indim otobüsten. Otobüsten seyircilerin üzerine atlamakta olan rock yıldızı edasıyla ricksaw-walla’ların arasından sıyrıldıktan sonra oteller bölgesine yöneldim.
Bulduğum otelin hemen girişinde, yerde uyuyan görevlileri uyandırarak odama yerleştim. Odadaki fanı çalıştırıp biraz uzanayım dedikten ve gözlerimi tavana diktikten sonra bir hışımla fanı kapatıp, siper alan ajan şeklinde duvara sindim. Odamdaki fan gelişmiş silahlara taş çıkartacak tehditkarlıkla seyrine son verdi.
Yol yorgunluğunun ve almama aslında hiç de gerek olmayan sıtma önleyici, ağır yan etkili ilacın da sayesinde güzel bir uyku çektikten sonra sokaktaki seslerle bambaşka bir yerde olduğumu, kafamı kaldırıp paslı tel örgülü pencereden bakıp onayladıktan sonra Paharganj sokaklarında gezmeye koyuldum.
Hemen yakındaki taze meyva suyu sıkan bir yol kenarı tezgahına oturup, envai çeşit meyva suyundan seçmekte zorlanıp bilmediğim bir kaç meyve seçip etrafı seyre daldım. Binlerce dükkan ve satıcılar, inekler, el arabaları, sokak insanları, çocuklar, daracık yollar, dünyanın dört bir yanından turist.
Ben daha önce burdaymışım gibi aşına hissettim kendimi, siz nasıl hissedersiniz bilemiyorum ama bir daha unutamayacağınız kesin.
Varanasi
Varanasi’de olmak, kendimi, kendime ve dünyaya görünmez hissettirdi. Evet ilk hissim buydu Varanasi’de. Burada yokmuşum gibi kimsenin benimle ilgilenmemesi, benim de günlük yaşamın bir parçası oluvermemi sağladı.
Hep yaşamak istediğim kalabalıkta yok olmak Varanasi’de oldu. Üstelik burası dünyanın en kutsal şehirlerinden biri, ölme şehri. Ve ben buralı gibiyim.. Akşam 60rs’lik Ganj manzaralı odamda, ghat’larda kriket oynayan çocukların sesleri şekerleme sefamı sonlandırıyor.
Ghat’ların en keyifli zamanı.
Güneş süzülüyor Ganj üzerinde, diğer herşeyle birlikte…Yedi yaşlarında bir çocuk dikkatimi çekiyor. Zayıf bişi. Boynunun hizasına gelen duvardan içi şeker kamışı dolu kocaman bir çuvalla bişiler yapmaya çalışıyor. İnsanların doğal hayatlarına bir yabancı olarak yapay el uzatma korkusu, tereddüttü hep içimde olduğu için önce bir-kaç saniye gözlemliyorum. Sonra elimi çuvala doğru uzatıyorum. O hala uğraşıp duruyor. Benim yardım edeceğimi anlıyor ama istifini bozmuyor hiç. Kenarından kaldırdığım anda çuvalı, taşımak için kullandığı bezi koyuyor kafasına hemen. O zaman kafasında taşıyacağını anlıyorum. Beraber yerleştiriyoruz.
O yoluna devam ediyor, ben de taze kavrulmuş 5rs’lik fıstıklarıma.
Yoluma Varanasi’nin en önemli ghat’ı sayılabilecek Manikarnika Ghat’a doğru devam ediyorum.
Ölen Hindu’lar bu ghat’taki törenlerle yakılıyorlar. Gökyüzüne yükselen dumanları takip ederek buluyorum ölülerin yakılma yerini. Terk edilmiş gözüken bir binanın 2. katına çıkıp törenleri, ritüelleri seyrediyorum. Yanıma bir adam gelip üst katta kadınların ölümü beklediklerini söylüyor. Gidip bakmaya cesaret edemiyorum. Onları görmekten korktuğumdan değil de, varlığımın onları rahatsız etmesinden korktuğum için.. Dönüş yolunda köşedeki chai shop’tan mini çömlekte chai içiyorum, kenara oturup.
Az ilerde gürültülü bir müzik ve kalabalıkla itiş kakış gelin-damat ve düğün alayı geçiyor. Herkesin yüzünde kocaman gülümseme.
Burası Varanasi işte. Bir yaşamın bittiği yerde diğeri başlıyor, gözümün önünde.
Buda aydınlığa erdiği yani fani hayatın ıstıraplarından tamamen kurtulduğu zaman, tecrübe ettiği, öğrendiği bu yolu ilk Varanasi’de, Sarnath’ta anlatıyor 5 yakınına. Tılsımlı bir şehir Varanasi, tılsımlı..
Himachal Pradesh - Shimla
Delhi’den kalkan trenim beni Kalka’ya getiriyor. Kalka’dan da beni Shimla’ya götürecek Oyuncak Tren’e biniyorum.
Gerçekten de oyuncak bir tren bu. Vagonlar arasından geçiş yok, bir lokomotif 5 küçük vagonu çekiyor. Tren o kadar yavaş ilerliyorki Shimla’ya hiç varamayacak gibi.
Dönerek dağların içinden geçiyoruz. Yol boyunca maymunlar meraklı bakışlarını bize dikiyorlar. Tepeleri döne döne yükseliyoruz. Kaktüslerin ve muson ormanlarının arasına kurulmuş birçok köyden geçiyoruz.
Herşey mükemmel ve keyifli giderken bir tünel girişinde duruyoruz. Saatler geçiyor ve sekiz saat bekliyoruz. Beklememizin nedeni aynı rayı kullanan diğer iki trenin geçişiymiş. Sonra Oyuncak Tren düdüğünü çalıyor ve tekrar yola koyuluyoruz ki vagonlardan biri alev almaya ve duman çıkartmaya başlıyor. Hepimiz trenden iniyoruz. Kısıtlı imkanlarla vagonda çıkan yangın kontrol altına alınıyor. Ancak yanan vagonu trenden ayırmak zorunda kalıyorlar ve yanan vagonda seyahat eden yolcular diğer vagonlara dağıtılıyor ve yine sıkışık bir vaziyette yola devam ediyorum.
Toplam on altı saat süren tren yolculuğundan sonra akşam 22:00 civarı Shimla’ya ulaşıyorum. Yine her zamanki gibi otel komisyoncuları etrafımı sarıyor. Zorlukla kurtuluyorum.
Harita üzerinden gideceğim otelin yerini belirleyip, sırtımdaki ağırlıkla, epeyce dik ve karanlık olan yokuşu 20 dakika boyunca çıkıp şehir merkezine geliyorum. Otelim buradan daha da yüksekte ve heryer karanlık olduğu için bulmakta zorlanıyorum. Otelin ışıkları sönmüş gözüküyor. Cam kapıdan içeriye bakıyorum. Yerde yatan otel görevlilerini cama vurarak uyandırıyorum. Bu otel Ingilizler tarafından yapılmış bir manastır. Etrafta kimseler yok, terkedilmiş gibi. Koridorlardan geçiyoruz ve odama geliyorum. Kendimi Agatha Christie’nin romanlarından birindeymiş gibi hissediyorum bir an için.
Himachal Pradesh - Dharamsala/McLeod Ganj
23 yaşımda en çok kimi görmek isterdin deselerdi Dalai Lama derdim. Ve 23 yaşımda 2 defa Dalai Lama’nın elini sıktım, ve birçok konuşmasına katıldım. Bu niyetle gelmiştim Dharamsala’ya. 1 aylık planladığım seyahatim 3 aya uzamış, hayatımda kalıcı ve güzel değişiklikler olmuştu.
Tanıştığım insanlar kendimi sorgulamamı sağlamış, ilerlemek istediğim yolda beni cesaretlendirmişlerdi. Her gün gittiğim Sun Rise Chai Shop’ta, Sunil bana bir göz işaretimle nefis masala chai’ımı hazırlar, arada da gelen geçenin dedikodusunu yapar, mizah yeteneğine beni hayran bırakırdı.
Bazen yanımda 70-80 yaşlarında ihtiyar Tibetli bir dede oturup “om mani padme hum” diyerek tespih çekerdi. Kocaman gülümsemeleri ile Tibet halkı bende kalıcı bir gülümseme etkisi bıraktı.
Sabahın ilk ışıklarında yağmur altındaki yürürüyüşlerimden bazılarına Tibet evlerinden gelen dua sesleri eşlik ederdi. Bu seslerin ahengi insanın içindeki huzurun ve mutluluğun varlığını hatırlatıyordu.
Sokaklarda geleneksel kıyafetli, temiz ve pak görünüşlü Tibetli kadınlar, beyaz tülbent örtülü tencerelerde sakladıkları, bir çesit tombul ve iri mantı olan leziz momo’ları satarlar..
McLeod Ganj’dan 10 dk mesafedeki Dharamkot’ta 8 günlük bir meditasyon kursuna katıldım. Bu kurs Tibet Budizmi felsefesi kursuydu. Hemen yanındaki Vipassana Meditasyon kursu ise daha ciddi ve disiplinli bir kurs. Dharamkot şu sıralar biraz gürültülü Israilli turistlerin mekanı olsa da bazı sessiz köşeler bulmak mümkün. Yerel Hintli halk da dağların verdiği sakinliği ve yüceliği hayatlarına taşıyorlar.
Daha sonraki yıllarda da McLeod Ganj’a yolum düştü ve daha da düşeceğe benziyor.
Darjeeling
Sis geliyor yine,
Burnuma kadargelir şimdi
Göremem burnumun ucunu.
Önce karlı dağ zirvelerini kapatır,
Sonra uzak tepeleri, yakın tepeleri,
Sonra Yeşilin tonlarını birer birer.
Meydandaki insanları
Çatıdaki kuşları,
Camıma dayanır
Açık camdan suzulur içeriye
Burnumun ucuna kadar gelir.
Sisin bu dört katlı ahşap otelin camekanlı koridorunu kaplamasını seyre daldıktan bir süre sonra aşağıya, restoran katına indim.
Otelin sahibi 70 küsür yaşındaki Tibetli beyfendi, gran tuvalet beş çayı için yerini almış, kendisine eşlik edicek birilerini bekliyordu. Sis tüm kasaba meydanını kapladığı için bir cephesi tamamen cam olan salon hüzünlü bir havaya bürünmüş ama içerdekilerin kabüllenişi ortama farklı bir anlam veriyordu. Sise rağmen birşeyler görme ümidiyle cam kenarındaki uzun tabureye oturdum.
Tam bir çay söyleyecektim ki otelin sahibi Tibetli beyfendi beni masasında çay içmeye davet etti. Kabul ettim. Kibar fincanlardaki çay servisi ve özellikle de zencefilli kurabiyelerin tadı etkileyiciydi. Kısa tanışma merasiminden sonra, her zamanki sorgulanma durumum burada tersine dönmüş, Tibetli beyfendi kendisini anlatmaya başlamıştı.
Boynuna bağladığı fuları ve tavırları bende klasik bir ressam imajı yaratırken o, yıllarca Dalai Lama’ya yaptığı yakın hizmetten bahsediyordu. Duvarlardaki birçok resim de bunun bir kanıtıydı.
Bu çay sohbetleri hergün tazelikle ve hevesle tekrarlanıyordu.
Darjeeling’de her sabah güneş doğumunda kalkıp, terasa çıkıp Kanchenjunga, Everest ve diğer Himalayalar’ı görmek için bulutların dağılmasını bekledim. İnatçı bulutlar oturdukları yerden kalkmıyor, görüş vermiyorlardı.
Sabah kalkmalarından vazgeçtim. Vazgeçtiğim sabah odadaki telefon çaldı. Açtım, telefondaki ses otelin sahibesi Pema hanımın beni terasda beklediğini söylüyordu. Hemen çıktım. Kanchenjunga tam karşımdaydı. 1998’de Annapurna’yı gördüğüdemdeki heyecanı yine hissettim, bu sefer Kanchenjunga’nın selamıydı bu.
Sanki ordaydım, enteresan bir his mutlaka Hindistan a gıtmeliyim teşekkürler :)))
Çok güzel ve sürüklüyeci bir dil ile yazmışsınız tebrik ederim <3
5 Comments
keyif ve merakla okuyorum yazdıklarını, eline sağlık
Keyifle okumana sevindim 🙂